SOSYAL ANKASTRE İLE NASIL YAŞANMAZ?
"Beni dışarıdan rahat sananlara selam olsun, içeride tam bir kaos var."
Aslında, kafamı meşgul eden meseleleri ve ortak dertlerimizi konuşabileceğimiz bir podcast yapmayı uzun zamandır düşünüyorum. Arkadaşlarım da bu konuda beni epey cesaretlendirdi. Ben de "Neden olmasın?" diyordum, ama önümde hâlâ çözemediğim önemli bir mesele var: sosyal ankastre… Bu hafta, sosyal fobiyle nasıl başa çıkmaya çalıştığımı anlatmak istiyorum.
Yaklaşık on senedir anksiyete bozukluğu, altı senedir de sosyal fobi ile mücadele ediyorum. Hangimiz etmiyoruz ki? Haklısınız, yaş ilerledikçe mi böyle oluyor bilmiyorum ama artık arkadaşlarımla ilaçlarımızı karşılaştırdığımız o yaşlara gelmiş bulunuyorum. Başlarda “Yok ya, öyle değilimdir.” diye kendimi avuturken işin boyutu evden çıkmak istememeye, telefonla konuşmaktan kaçınmaya kadar vardı. Beni tanıyanların bildiği en belirgin özelliklerimden biri, telefon aramalarını açmamam ve uzun telefon konuşmalarından kaçınmamdır. Hatta çoğu zaman şu cümleyi benden duyarsınız:
“Ben telefonla konuşmayı hiç sevmiyorum ya.”
Belki çoğunuz saatlerce arkadaşlarınızla dedikodu yapıyor, uzak arkadaşlarınızla görüntülü konuşmalar yapıyorsunuzdur. Ben ise bu tarz şeyleri, 27 yıllık hayatımda ilk kez geçen sene yapmaya başladım diyebilirim. Buradan tüm dostlarıma selam olsun yıllar boyunca kaç kez telefonlarını reddettiğimi hatırlamıyorum bile. Ama her şeye rağmen vazgeçmeyip aramaya devam ettikleri için de teşekkür ederim.
Yine de hakkımı yememek lazım; mesaj attıkları an cevap veriyorum. Bu konuda her zaman online biriyim. Aslında bu durum sadece sosyal fobiyle ilgili değil, gerçekten sevmediğim bir yanı da var. Bir miktar tercih meselesi de diyebiliriz. Ancak tercih olmayan kısmını, iş görüşmeleri için aranıp telefonları açmaktan çekindiğimde fark ettim. “Hem iş istiyorsun hem de telefonları açacak cesaretin bile yok, böyle olmaz.” diye kendime kızdığım noktada bir doktora gitmeye karar verdim. O günden itibaren de bahanelerim, tanılı bir duruma dönüşmüş oldu.
Doktorum, bunun terapiyle çözülebileceğini söyledi ve böylece, insanlık için küçük ama benim için büyük keşiflerin yaşandığı terapi sürecime adım atmış oldum.
Peki, sosyal ankastre ile nasıl mı yaşayamıyordum?
Filmlerde gördüğümüz, çocukluğa inilen terapi seansları gerçekten varmış. Benim de terapi sürecimin büyük bir kısmı, çocukluk yıllarıma dönmekle geçti. Terapistime çocukluğumu anlattıkça, aslında ne kadar özgüvenli ve girişken biriyken zamanla nasıl çekingen ve kaygılı birine dönüştüğümü fark ettik.
Peki, ipin ucunu bu sefer nerede bırakmıştım? İşte bu sorunun cevabını, birkaç seans sonra terapistimin “Nasıl bir ergenlik süreci yaşadın?” sorusuyla buldum. Meğer ipin ucu tam da ergenlik yıllarımda uğradığım lise zorbalıklarıyla kaçmış. Ben ise sonrasında onu tutacak cesareti bulamayınca, böyle yola devam etmişim.
Lise zorbalıklarını anlatmadan önce, size biraz çocuk Gökçe’den bahsetmek istiyorum ki aradaki farkı birlikte görebilelim. Bilmem hatırlar mısınız, bir dönem törenlerde ve etkinliklerde sahnede ağlayarak İstiklal Marşı okuyan çocuklar olurdu. İşte, ben de onlardan biriydim. Öyle role girerek okumuştum ki, bir keresinde ödül bile almıştım. Şimdi sahneye çık deseniz, öncesinde beni pasiflora dolu bir küvette banyo yaptırmanız gerekebilir.
O zamanlar sahneye çıkmaktan, kalabalık karşısında konuşmaktan hiç çekinmezdim. Sosyal bir çocuktum ve bu özgüvenimi annemin bizi her zaman güçlü bireyler olarak yetiştirme çabasına borçluydum. Kendisi de sürekli kendini geliştirmeye çalışır, kurslara katılırdı. Net olarak hatırlamasam da küçükken Halk Eğitim kurslarına gittiğini ve orada öğrendiği etkinlikleri benimle beraber yaptığını anımsıyorum. Hatta çocukluk albümümüzde, o kursun gösterisinde sahnede şiir okuduğum fotoğraflar hâlâ duruyor. O fotoğraflara baktığımda hüzünleniyorum. “Ne kadar farklı bir insanmışım…” demeden edemiyorum. Belki o çocuk, içindeki özgüveni hiç kaybetmeden büyüseydi, bambaşka biri olacaktı. Kim bilir…
İlkokul ve ortaokul yıllarımda da hep aktif bir çocuktum. Sınıf başkanı olup tahtaya yaramazları yazar, çeşitli projeler üretip sınıfa sunar ve tüm bunlar yetmezmiş gibi yılsonlarında kürsüde kız grubumla dans gösterisi yapardım. Üstelik koreografiyi de ben hazırlardım! Tam anlamıyla bir sosyal kelebektim. Ancak o sosyal kelebek Gökçe, bir süre sonra ergenliğe girdi ve liseye geçti.
Her ergende olduğu gibi benim de vücut formum değişti ve yemek yemeyi seven biri olarak, aldığım kilolar kalıcı hale geldi. Ve nasıl bir şanssa, Ordu’nun popülerliğe en çok önem veren ergenleri, benim gittiğim lisede toplanıvermişti.
Şöyle anlatayım: Lise dizilerinde, insanların dış görünüşüyle uğraşan ve her şeyin en son modelini tercih eden zorba, popüler bir kesim olur ya… İşte, gerçekten ona benzer bir grubun yer aldığı bir sınıfta okudum. Bazı dönemlerde görünüşüm, kilolarım ve düşüncelerimle dalga geçildi. Üstüne, bazı travmatik olaylar da eklenince, içimdeki sosyal kelebek beni tamamen terk etti.
Terapistim, bu yaşların kritik ve sosyal zararlara açık bir dönem olduğunu, yaşadığım deneyimlerin özgüven problemine yol açarak sosyal kaygıyı tetiklediğini söyledi. Tabii ki o yaşlarda bunun beni bu kadar etkilediğini fark edememiştim. Bu yüzden aileme de bahsetmedim. Hatta çoğu zaman, benimle uğraştıklarında onlara katılıp gülüyor ve sohbete devam ediyordum.
Üniversiteye başladığımda da durumun farkında değildim. Hatta üniversite kulüplerinde oldukça aktif bir öğrenciydim ve dolu dolu dört yıl geçirdim diyebilirim. Ama terapi sürecinden sonra o yılları tekrar değerlendirdiğimde, aslında içimde sürekli “Ya bana gülerlerse? Ya beni sevmezlerse? Ya yanlış anlaşılırsam? Ya kabul görmezsem? Ya rezil olursam?” gibi kaygılar taşıdığımı fark ettim. Çok fazla düşündüğüm için ortamlara yavaş adapte oluyordum ve bu da beni giderek daha fazla sınırlıyordu.
Her sunumdan önce kalp krizi geçirecekmiş gibi hissederdim. Sınavlara, arka sıradan başka bir yerde giremezdim. Derslerde söz almamak için elimden geleni yapardım. Birileriyle tanışmak bana işkence gibi gelirdi. Yeni bir ortama girdiğimde, alışana kadar sessizce insanları izlerdim. Aniden yapılan planlara katılmazdım. Ama en büyük yanılgım, herkesin benim gibi olduğunu sanmamdı. Bu kaygıların ve utancın evrensel olduğunu düşünüyordum.
Sonra pandemi dönemi geldi… Herkesin eve kapandığı bu süreç, benim için de kaygılarımla baş başa kaldığım bir dönem oldu. İnsanlarla görüşmemeye o kadar alışmıştım ki yasaklar kalktığında üzülen tek kişi ben olmuş olabilirim. Tam bu süreci atlatmaya çalışırken, evren bana büyük bir challenge gönderdi: Öylesine başvurduğum bir işten olumlu geri dönüş aldım.
Terapilerden aldığım cesaret ve parasızlığın getirdiği bıkkınlıkla işi kabul ettim. Ama işe gittiğim ilk gün, koşa koşa eve dönmek istedim. Çünkü telefonla konuşamayan ben, bir çağrı merkezinde işe başlamıştım. Ne kadar ironik, değil mi? İçimde bir ses sürekli “Yanlış yapacaksın, Gökçe. Beceremeyeceksin, Gökçe. Konuşamayacaksın, Gökçe.” diyordu ve ben de onu dinleyerek büyük bir hata yaptığımı düşünüyordum.
Üstüne bir de iki derste sınıfın ortasında sunum yapmam gerekiyordu. Kendimi öyle büyük bir kaosun içine atmıştım ki başaramama korkusuyla mücadele etmek giderek zorlaşıyordu. Sonunda dayanamayıp terapistime ağlayarak yazdım:
“Neden ben de diğerleri gibi değilim? Neden herkes için kolay olan şeyler bana idam sehpasına gidiyormuşum gibi hissettiriyor?”
Akademik ve kariyer hayatımda gerçekten başarısız olacağıma inandığım bir an oldu. Ağlayarak gittiğim o terapi seansında, bu hislerde yalnız olmadığımı öğrendim. Meğer beynimi kemiren ve bana “Yapma!” diyen o sesleri kontrol edebilirmişim.
Uzun uğraşlarla geçen seansların sonunda ne mi oldu? Belki sosyal fobiyi tamamen yendiğimi söylememi bekliyorsunuz. Ama hayır, yenemedim. Fakat bununla mücadele etmeye başladığımda, bir şeyleri başarabilecek gücü kendimde buldum. İşten çıkmadım ve telefondan korkan o kız, tam beş ay boyunca çağrı merkezinde çalıştı. Gariptir ki, sosyal kaygım bu işte başarılı bir çalışan olmama neden oldu. Çünkü beynimdeki düşüncelerle mücadele ederken o kadar hızlı konuşuyordum ki, çağrı merkezinde süreyi aşmadan konuşan sayılı personelden biri olmuştum. Yani bu durum bir bakıma işime geldi diyebilirim.
Sunumları soracak olursanız, onları da hallettim. Hatta tez savunmamı başarıyla geçtim ve yüksek lisanstan mezun oldum. O işte devam etmedim ama o süreç bana çok önemli bir şey öğretti: Kendimle gurur duymayı… Ve sanırım bu, kazandığım paradan çok daha değerliydi.
Evet, sosyal kaygı bozukluğumu tamamen yenemedim. Hâlâ içimde bir ses, bana rezil olacağımı ve başarısız olacağımı fısıldıyor. Ama tüm bu seslere rağmen, girdiğim bazı savaşları kazandığımı da biliyorum.
Bu da bir başarıdır, değil mi?
Evet, ben sosyal fobiyle yaşayan biriyim. Bazen onun kazandığı, bazen benim kazandığım savaşlarla dolu bir süreçteyim. Öyleyse, alalım bu duyguyla yaşayalım bakalım…
Seninle gurur duyuyorum
her şey çok güzel olmayacak belki ama bazı şeyler gerçekten çok güzel olacak, yolunda bol başarılar seninle olsun💕